Gelişim psikolojisi alanında çalışma yapan psikanalist Erik Erikson’un insanın gelişim evreleri olarak tanımladığı 8 aşama toplumlara da uyarlanabiliyor. Bunu Türkiye’de en iyi yapanlardan biri de rahmetli Engin Geçtan olmuştur.
1-3 yaş arasında kazanılması gereken özerklik yetisi, Türk ailelerinde örselenir. Türk toplumu çocuklarının özerkleşmesini aslında istemez. Biz kendine bağımlı çocuklar yetiştiren ebeveynlerin yaygın olduğu bir toplumuz.
Bağımsız bir kişilik geliştirmek yerine utangaç, kendini yetersiz ve kusurlu gören bireyler olarak yetişiyoruz. Bu yüzden de fikirlerimizi açık bir şekilde söylemeye cesaret edemiyoruz. Sadece düşüncelerimizi de değil duygularımızı, ihtiyaçlarımızı da dillendiremiyoruz.
Kendini ifade edemeyen insanlar sıkıntı içindedir. İhtiyacını karşılayamaz, yapmak istediği ya da yapmak istemediği şeyleri ifade edemediği için yaşadığı çatışma söylenerek açığa vurulur.
Biz sürekli şikayet ederiz, yakınırız, eleştiririz ama muhatabımızın karşısına geçip bu durumla yüzleşemeyiz.
Türk milletinin seçimlerde sandığa en fazla rağbet gösteren toplumlardan biri olması da sanırım bununla ilgili. 5 yıl boyunca sustuklarımızı gider o sandığa bırakırız.
Oy ve Ötesi gönüllüsü olarak birkaç kez sandıklarda gözetmenlik yaptım. Birçok boş ya da birden fazla mühürlü oy pusulası gördüm. Bunun bir tür pasif agresif davranış olduğu çok açık. Söyleyemediklerini bu şekilde söylediğini sanan insanlar var.
Kutuplaşan siyasi atmosferde iktidara verilen oylar bile, çoğu zaman bir memnuniyetin yansımasından ziyade toplumsal yaşamda “öteki” olarak konumladıklarımıza söyleyemediklerimizin bir dışavurumu olabiliyor.
Birbirimizle konuşmuyoruz çünkü. Konuşursak tartışmak zorunda kalacağımızdan korkuyoruz. Tartışmak ise bizi utandırıyor. Kendi fikrimizi iddialı bir şekilde öne sürmek ve karşı fikirlerle yüzleşmekten korkuyoruz. Değişimin ve dönüşümün önünü tıkayan kaskatı bir halde duruyoruz. Bunu da “sağlam duruş” falan gibi ahlaki bir takım nitelendirmelerle övünç kaynağı yapıyoruz.
Durmanın erdem olduğuna inandırdık kendimizi. Oysa hayat bizden ilerlememizi talep ediyor.
Z kuşağı adı verilen gençlerle yapılan seçim araştırması sonuçlarına baktığınızda yeni nesil için ilerlemenin önünün nasıl tıkandığını görüyorsunuz. En fazla tercih edilen parti bile yüzde 20’lerde kalıyor. Kendilerini bu kutuplaşmanın bir parçası olarak görmedikleri çok açık.
Bu, ihtiyaçlarına bakamama, talep edememe, konuşamama, söyleyememe hali devam ettikçe kendi kendimize söyleniyoruz. Bizi duyamayanlar da bizim adımıza hiç de ihtiyacımız olmayan şeyleri sanki arzumuz buymuş gibi bize vaat ediyor!
Sadece siyasette değil, iş hayatında, aile ve arkadaş ilişkilerinde de durum farklı değil.
Söylemek sorumluluk almaktır. Biz sorumluluk almadan, konfor alanımızdan çıkmadan, riske girmeden, “göze batmadan”, tartışmadan, kendimizi ileri sürmeden her şey gönlümüzdeki gibi olsun istiyoruz. Olmayınca da hayal kırıklığı ile köşemize çekilip elimizdekiyle yetinmeye razı oluyoruz.
Annelerimiz bir köşede söylenerek geçirdi hayatını. Babalarımızın da iş yerlerinde söylenerek bir ömür tükettiklerinden çoğumuzun şüphesi yoktur.
En son ne zaman bir arkadaşımızla hayallerimizden, projelerimizden, geleceğimizden coşkuyla bahsederek sohbet ettik? Genelde yaptığımız “Söylenmesi bitse de biraz da ben söylensem” diye iç geçirmek olmuyor mu?
Söylersek utandırılacağız değil mi? Arzularımız küçümsenecek, yersiz bulunacak, değersizleştirilecek; suçlanacağız.
Oyunu kurallarına göre oynuyoruz. Talep etmediğimiz şeyler yerine gelmediği için söyleniyoruz.
Türkiye için bir seçim süreci daha başladı. Hem de tam tahmin edileceği gibi başladı: Tarihi bir güne gönderme yapılarak seçim günü açıklandı. Oysa biz geleceğimizle ilgili endişeliyiz. Eğitimle, sağlıkla, ekonomiyle, adaletle, eşitlikle, liyakatle ilgili beklentilerimiz var.
Söylenmelerimizi kimse duymayacak, bunu kabul edelim artık.