Ben gazeteciyim. Mesleğim ve geçimimi sağlama yolum bu. Bir Türk büyüğünün söylediği gibi “Hem alaylı, hem mektepli”yim. “Epistemolojik kopuş” konusu ise bu yazının devamında ele alınacaktır.
8 yaşımdan itibaren Değirmendere’de büyüdüm. Özel Seymen Lisesi’nden sonra Marmara Üniversitesi’nde iki yıl tarih öğretmenliği okumaya çalışırken o kadar sıkılmış ve bunalmış hissettim ki kendimi bir şeyleri ezberlemek zorunda kalmayacağım bir bölümde okumak için gazeteciliği seçtim aslında.
Birinci tercihim olan İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne birincilikle girdim.
Üniversite yıllarım kitap okumak, sinemaya, tiyatroya gitmek, sahafları gezmek, İstanbul’u keşfetmek, rock gruplarının konserlerine gitmek, sokaklarda düşünceli düşünceli gezmek, aşık olmak, eğlenmek, acı çekmek, kendimi aramak, kendimi bulduğumu sanmak, kendimi kaybetmek gibi hayatımın en önemli aktiviteleri ile geçti.
Değirmendere’de yaşayan ailemle bağlarım hep güçlü kaldı. Zaman zaman kavga gürültü, zaman zaman neşe ve sevinç içindeki bu ilişki sayesinde okul bitince Kocaeli’de yaşamaya ve burada çalışmaya başladım. Zaten bitirme projemi de yerel gazetecilik üzerine yapmıştım.
Güngör Arslan, Serpil Çolak, Mine Güler, Kader (Süt) Kızılçelik, Erkan Nigiz, Abbas Çakar, Bülent Ekinci, Zeki Tosun, Yaşar Akkamış, Ramazan Buçum, İlker Akşit, Uğur Ulusoy ve daha birçok arkadaşım ve büyüğümle birlikte çalıştım.
Kocaeli medyasında bana biçilen rol, iyi haber yazmak her zaman zor bulunan bir beceri olduğu için redaksiyon olacaktı. Bir süre de öyle oldu gerçekten. Ama zamanla habercilik işlerinde de tuttuğunu koparan bir tip olduğum anlaşıldı ve Güngör Arslan beni istihbarat şefi yaptı.
Kişisel olarak ben okumayı, araştırmayı, yazmayı, hesaplamayı, düşünmeyi ve doğal olarak yalnızlığı seven bir tip olduğum için aslında istihbarat servisinde olmayı çok zor bulmuşumdur. Muhabirlik ve istihbarat şefliği dışadönük olmayı gerektirir çünkü. Ama görev bilinci yüksek biri olduğumdan verilen her işi hakkıyla yapmak için kendimi aşmışımdır. Bu da bana farklı bir özgüven kazandırdı açıkçası.
Merhum Güngör Arslan, çalışması çok zor bir insandı, hele bazı kişilik tipleri için. Mesela benim gibi kariyerist olmayan, paraya, güce, mevkiye değil öz saygıya önem veren biriyseniz maalesef kendisiyle çalışmak imkansızdı.
Sonrasında Demokrat Kocaeli’nin kurucu kadrosunda yer aldım. O zamana kadar Türkiye’de spor müdürü ilk ve tek kadın gazeteci olan, daha sonra sıfırdan başlayıp tarihçi olarak akademide kariyer yapan ve her zaman büyük saygı duyduğum Serap (Önalan) Taştekin beni çağırmıştı o gazeteye. Adem Turgut, Cemalettin Öztürk, Ergün Demir, Süriye Çatak orada tanıştığım değerli meslektaşlarım oldu.
30’lu yaşlarıma geldiğimde Kocaeli’ye sığamaz hissettim kendimi. İşi artık iyi öğrenmiştim ama gelişebileceğim bir alan kalmamış gibi hissediyordum. Sanki her gün aynı şeyi yapıyordum ve ömrümün sonuna kadar da aynı şeyi yapacak olma fikrine dayanamıyordum. Yeni bir şeyler deneme vakti gelmişti. Her şeye yeniden başlamak istiyordum.
Sonrasında Kocaeli’den neredeyse koptum. Ailemi bile genelde yazlıklarında ziyaret ettim. Mesleğimde farklı maceralar yaşadım, dergicilik yaptım. İstanbul’u ve kendimi yeniden keşfettim. İyi ki gitmişim. İstanbul, bakmayı bilenler için manevi bir şehirdir tüm maddiliğine rağmen.
2020 yılında, orta yaş da gelip kapıyı çalınca artık daha rahat bir yaşam istediğimi fark ettim ve Kocaeli’ye döndüm. Değirmendere’de aileme ait bir evde yaşıyorum, ailem de yakında. Onları istediğim zaman ziyaret edebiliyorum. Hem sevdiğim tek başına hayatı yaşıyorum, hem ailemle bir arada aslında.
Bu dönüş, iş hayatında, özel hayatımda olduğu gibi kolay olmadı. Bir işin ucundan tutmak, mesleğimi yapmak için şu ana kadar karşılaşmadığım tuhaflık kalmadı.
Kimse kendine kötü şeyleri yakıştırmaz elbette ama şahsen hiç hak etmediğim şartların, durumların, olayların, kişilerin, davranışların hatta suçların ortasında buldum kendimi.
Kocaeli basını, 15 yılda bambaşka bir şeye dönüşmüştü.
Bundan sonraki yazıda size bunları anlatacağım...